Bünyamin gözlerini açtı. Evet işte yine başlıyordu; 'ev' demeye bin bir şahit isteyen iki odalı deliğinde, yatak diye kullandığı eski süngerin üzerinde bel ağrısıyla doğrulduğu sıradan günlerden kim bilir kaçıncısı. Sabah güneşinin ılık ve narin ışıkları yine hiç şaşırtmayan bir şekilde eski, maksimum sarılık düzeyine ulaşmış tül perdesinin arasından geçerek tozlu odasının içini altın rengine boyamıştı. Fakirliğin ahengi işte tam olarak böyleydi, sadece bir sünger, bir masa, bir sandalye ve tül perdeden ibaret bomboş, tozlu bir oda ve elbette oraya bir şekilde 'evim' diyebilen aç, yağlı uzun saçlı, üstü başı pislik içinde olan bir adam. Ah hayat, sen ki çok daha beterlerini gösterebilecek kapasitedesin, bu adama neden merhamet ediyorsun?
Ama Bünyamin bu sabah belini tutarak süngerinden doğrulmadı, uzanmaya devam etti. İşte oradaydı, birkaç gündür misafiri olan, birbirinin tıpatıp aynı geçen günlerinin tüm sıradanlığını alıp götüren o his: midesinin tam ortasından bir kanca ile geriye çekiliyormuş hissi. Bünyamin hayatı boyunca fakirliğin dibine vurmuş biri olsa da, hiç hastalanmamıştı. Onu çocukluğundan beri tanıyan üç beş kişinin kendisine 'hiç hastalanmayan adam' lakabı takacakları kadar belirgin bir özellikti bu üstelik. Çıplak bir şekilde karda gezebilirdi ve ertesi günlerde zerre etkisini hissetmezdi. Kedilerin bile yemeye cesaret edemeyeceği çöpleri yiyebilir, midesinden en ufak bir inilti yükselmezdi. Cereyanda kalabilir, terli terli soğuk su içip boğazlarının sağlığını koruyabilir, hele yalın ayakla mermerlere basıp midesini üşütmeyebilirdi. Hatta bunların hepsini aynı anda yaptığı bir günde annesi kalp krizi geçirmiş, ancak Bünyamin gayet sağlıklı bir şekilde onu hastaneye götürüp tedavi ettirebilmişti. Bu garip özelliği Bünyamin için ergenlik yıllarında korkuya da sebep olmuş, intihar etmek için zehir içmiş, ancak zehir bile midesini bozamamıştı. Sonradan zehrin son kullanma tarihinin dolduğu ortaya çıkmıştı tabii, ancak Bünyamin'e göre bu zehrin etkisini arttırmalıydı, azaltmalı değil.
Ve işte oradaydı, 'Hastalanmayan Adam', midesinde garip bir his ile. 'Yandın oğlum Bünyamin' diye mırıldandı kendi kendine, 'sonunda birinin nazarı değdi kesin'. Bu düşünceyle doğrulsa da gülmeden edemedi, 'nazar' sadece zenginlere değen bir şeydi ki, kendisine gelen 'nazar' bile halini görüp acır, ters etki yapıp muhtemelen hayatını güzelleştirirdi. Ama hayır, Bünyamin bunun nazardan olmadığını biliyordu, bu değişik bir duyguydu, bir hastalık değil - sanki yepyeni bir maceranın ayak sesleri gibiydi.