Don Kişot dünya edebiyatında en çok tanınan eserlerden biridir. Romanını okumasanız bile en azından adını muhakkak duymuşsunuzdur. Norveç Nobel Enstitüsü’nde dünyaca ünlü yüz yazar tarafından en iyi kurgu eser seçildi. Yazarı Cervantes Osmanlıya karşı Haçlı savaşlarına katılmış fakat esir düşmüştür. Bir rivayete göre de eserini hapisteyken yazmıştır. Cervantes kendi romanı ile ilgili şu cümleleri kullanır. ’İnsan hayatında üç kez Don Kişot’u okumalıdır. Kahkahanın bolca dudaklara fırlayıp duyguları harekete geçireceği gençlikte, mantığın hâkim olmaya başladığı orta yaşta ve her şeye felsefe açısından bakıldığı ihtiyarlıkta.’’
Çocukken romanı okuduğumda gördüğüm ve algıladığım sadece komik bir hayalperestin maceralarıydı. Şimdi ise orta yaşlarını seyreden biri olarak romanda gördüklerim ve bana hissettirdikleri bambaşka. Neler mi? Öncelikle romanı bilmeyenler için kısaca bahsetmek istiyorum. Don Kişot, küçük bir köyde yaşayan bol bol şövalye hikayeleri okuyarak okuduklarının tesirinde kalan ve onlarla ilgili devamlı hayaller kuran, asıl adı Alanso Qijano olan ellili yaşlarında, asil bir aileden gelen İspanya'nın Mancha eyaletinden olan bir kişidir. O kadar çok şövalyelik hikayesi okumuştur ki artık gerçek ve hayali ayırt edemez duruma gelmiştir. Şövalyelik kurumunun yeniden canlanması gerektiğini düşünmektedir.
Bu yüzden yeni kahramanlık destanları yazmak için elindeki paslı kılıcı alıp zırhını takarak düşer yollara. Şövalye unvanına sahip olmak için öncelikle kendine aristokrat bir genç kız bulmalıdır. Köylü bir kızı hayalinde zengin olarak canlandırır onunla sevgili olduğuna kendini inandırır. Yolda bir han görür, bizim hayalperest onu şato sanır ve kendisine bir unvan verileceğini sanır. Herkesin eğlencesi olan Don Kişot'a alay edilerek zırh giydirilir. Hancı ona bir uşağı olması gerektiğini söyler. Köyüne dönerken Sancho diye biriyle karşılaşır ve ona uşaklık teklif eder. Daha sonra yel değirmenlerini dev zannederek onlara saldırır. Yel değirmenlerinin kanatlarından nasibini alan kahramanımızın imdadına Sancho yetişir. Ata bindirir ve tekrar yola koyulur ama gel gör ki bu seferde yolda gördüğü koyun sürülerini iki ordu sanıp çarpıştıklarına inanır. Güya koyunları koruyacak ya diğer koyun sürüsüne mızrağı ile saldırmaya başlar. Sürünün çobanından yediği dayak ile tekrar yola koyulur. İlerleyen günlerde kalabalık bir grup görerek onları düşman zanneder ve onlardan da nasibini alır.
Uslanmayan Don Kişot ve Sancho bir gün dük ve düşese rastlarlar. Düşes Don Kişot'un bazı maceralarını duymuştur ve eğlenmek için onu ve Sancho'yu şatosuna davet eder. Don Kişot tam onlara göredir. Caranso adında bir şövalye ile düello yaparlar. Kaybeden kazananın dediğini yapacaktır. Don Kişot kaybeder. Caronso kılıcını bırakıp evine dönmesini ister. Nihayet Don Kişot herkesin kendisiyle alay edip eğlendiğini anlar ve köyüne döner. Köyüne döndüğünde hastalanır ve aklı başına gelir daha sonra vefat eder. İşte bizim hayalperest Don Kişot'un hikayesi bu.
Kitabı yeniden okurken bazı yerleri tekrar tekrar okudum. Okurken kendimi devamlı soru sorarken buldum. 'Don Kişot bize bizi sergilemiş'' dedim. Ona bakan gözler 'tımarhanelik bu adam' diye bakarken aslında onlar dünya denilen tımarhanede yaşamıyorlar mı? Onun düşlerini taçlandıran şövalyelik unvanı iken bizimkileri taçlandıran başka bir şey mi? Biz değil unvana sahip olma, o unvana sahip olma ihtimalini bile sevmiyor muyuz? Yel değirmenleri ile savaşırken hiç mi aklı almıyor gözü görmüyor derken bizim her gün gözümüzde büyüttüğümüz sorunlar Don Kişot efendininkinden aşağıda mı acaba? Kaybedeceğimizi bile bile girdiğimiz şeylerden ne farkı var?
Sancho uşaklık yaptığı efendisini her düştüğünde kaldırıyordu ama yeniden düşeceğini de biliyordu. Ama yine de inanıyordu. Sancho bana bize hizmet eden bir şeyi hatırlamıştı. Neyi mi? Egomuzu. İnsanın en büyük uşağı egosu değil mi? Egomuz bize iyi ve dengede olduğu sürece uşaklık yapar. Biraz bu uşağı şımartsak kendisini Don Kişot'tan daha fazla şövalye sanır. Freud demiyor mu ''ego şahlanmış bir at üzerindeki şövalye gibidir''. Ruhsal dünyasında kim bu şahlanmış atı bırakmak ister ki? Don Kişot Sanchosuz yola çıkamazken biz egosuz yola devam edebilir miyiz?
Don Kişot herkesin ona saldıracağını düşündüğünden önce o saldırıyor. Aklınca sahiplenme ve koruma iç güdüsü ile yapsa da her bir yaptığında kendini gösterme ihtiyacı yok mu? Ya bizler! Tek isteğimiz belki de kabullenilmek ama bunu sinsice istiyoruz. Koruyup kolladığımızı sanarak fark edilmeye çalışıyoruz. Don Kişot'un şövalyeliği beklediği gibi bizde bekliyoruz. Bize yaptıklarımızın karşılığı olarak her birinden paye verilmesini istiyoruz ve hak görüyoruz. Hayatımızı yaşarken kronik olarak ya kendimizi bir şeyler için savunurken buluyoruz ya da bir şeylere saldırırken. Güya kendimize ait sınırlarımızı koruyoruz. Zannediyoruz ki biz sınırlarımızı muhafaza ettikçe pişmanlık, öfke, acı, üzüntü gibi bütün duygular bizden uzak duracak. Bizler nelerin uğruna kaç tane Dük ve Düşes 'in eğlencesi olduk ve hala oluyoruz hiç düşündük mü?
İnsanları ihtiyaçları doğrultusunda kandırdığını, kullandığını zanneden insani duyguları hiçe sayıp kurnazlığı bir erdem sanan Dük ve Düşes gibi fırsatçı insanlar her daim çevrenizde vardır ve olacaktır. Bu tür insanların isteklerini kayıtsız şartsız yapmak yerine ''bunu benden istemeleri adil mi?'' diyerek farklı bir bakış açısı geliştirmek en iyi paratoner olsa gerek… Don Kişot bunca olumsuzluğa rağmen savaşmaya devam ediyordu. Âma her şeyin anlamsız bir oyun olduğunu fark ettiği anda düelloyu kaybetti. Hayat boş şeyler için mücadele edilemeyecek kadar güzeldi çünkü. Belki de o anda farkındalığının önünü kapatan perde açıldı ve görmesi gerekeni gördü. Yargılamadan kendine baktı. Ne kadar muhteşemdi yel değirmenlerine savaş açacak kadar ve ne kadar berbattı başkalarının eğlencesi olacak kadar. Geçmişini ve geleceğini deneyimlediği bir yolculuktu onunkisi. Var olmayan bir yaşantının çocukça şımarıklığıydı. Don Kişot'un yaşadıkları ne kadar tanıdık bir duyguyu bize hissettiriyor değil mi? Don Kişot ruhunu içinde hisseden kaç kişiyiz?