Falımdan bir şehir çıktı şehrin adı Ankara, iki bavul bir el çantası ile geldim bu gri o kadar da renkli şehre. Yenimahalle'de karanlık bir sokakta umudun peşinden hızlı adımlarla yürüdüm. Havuç pantolonlu kadınlar, gri eşofmanlı erkekler hepsi hızlı yürüyorlar, dünya telaşı sarmış dört bir yanlarını ama bazılarının adımlar hep aksak, sağ bacakları sol bacaklarını çekiyorlar yüzlerini ekşiten bir ıstırapla, farkında olmadan inliyorlar. Sadece bazılarımız fark ediyoruz bu aksaklığı, yürüyenlerin bütün uzuvları tam, kıyafetleri yeni hatta en pahalısı, tek eksikleri üstlerine giymedikleri vicdan gömleği. Bu gömleğin düğmeleri kopmuş olsa da bıçkın bir delikanlı edasıyla önü açık olup, göğsüne rüzgar acı bir ateş gibi çarpsada, yeter ki üzerine giymiş olsunlar.

Gömleksizlerin genelinin; yürekleri terlemiş, gözleri kamaşmış, kaşları çatık, küçük dünyaları yaratmış edaları ama bir o kadar da aciz oluşlarını fark etmeyişleri. Palas Otel'in önündeki eli bastonlu beli kambur teyze ya da karşı kaldırımda yürüyen tayyöre giymiş kadın, hangisi daha önem arz ediyor bu gömleksizler için? Onlar kadar hızlı yürüyemediği için eli bastonlu o kadın daha aciz geliyor onlara, bilmiyorlar ki onların belleri bükülmemiş ama yürekleri bükülmüş. Üzülünce kaskatı kesilen vücutları, terleyen elleri, kıpırdamayan kalpleri sadece bir tesellidir onlar için.

Sahi terlemiş bir yürek ancak pis kokar, asla arınmaz o pislikten. Karanlık sokakta hala umudun peşi sıra yürürken görüyorum bunları, etrafıma dikkatlice bakmam gerektiğini hissediyorum bir ara, gözlerimi kısarak odaklanmaya çalışıyorum. Yeni aşık olmuş bir genç kadının kalbi gibi atıyor kalbim, hızlı bir o kadar da telaşlı. Yüzümde nahoş bit tebessüm, sokak bitmeden anlıyorum 'seni', gördüğüm her insana anlam yüklemem, ya da onların aksaklığını görmem içimdeki' senin' eseri. Sen, kalbimde yaşattığım bir yasemin veyahut şakayık çiçeğisin.

Güzel kokuları üzerine ben boca etmişim, ben dokunmuşum yapraklarına… Yenimahalle'de arkasında gittiğim umut aynı o sokak gibi karanlık ve kötü, kalbi pis kokan bir aksak. Biz insanı unutmuşuz, biz kötülüğü unutmuşuz, biz bu vicdan gömleğini giymemiş aksakları unutmuşuz. Bir umut yaklaşmaya çalışıp, yere yıkılmışız. Düşen elbette kalkar ayağa tekrardan, atar kalbi yine aynı ritimle. Nazım'ın da dediği gibi ; 'Yeter ki kararmasın sol memenin altındaki cevahir.' Yeter ki unutma kendindeki güzellikleri, yeter ki güzelliği, hoş kokuları ve iyiliği karşındakine verenin sen olduğunu, ne demiş Şeyh Galib;


'Ey dil ey dil niye bû rütbede pür-gamsın sen
Gerçi vîrane isen genc-i mutalsamsın sen
Secde-ferma-yi melek zat-ı mükerremsin sen
Bildiğin gibi değil cümleden akvamsın sen
Rûhsun nefha-i Cibrîl ile tev'emsin sen
Sırr-ı Hak'sın mesel-i Îsî-i Meryemsin sen.

Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvan olan ademsin sen.'

'Ey gönül, ey gönül! Neden bu makamda gam dolusun sen
Gerçi virane isen de tılsımlı bir definesin sen.
Meleklere secde etmeleri buyurulan saygıdeğer bir varlıksın sen.
Bildiğin gibi değil, sen bütün varlıklardan daha üstünsün.
Ruhsun. Cebrail'in üfürmesiyle ikizsin sen.
Hak gerçeğinin sırrısın sen, Meryem oğlu İsa misali.

Hoşça bak kendine ki kainatın özüsün sen.
Bütün yaratıkların gözbebeği olan insansın sen.'